Korunaklarımız var
kendimizce kurduğumuz, evlerimiz.
O evlerin kapıları, kalelerimiz.
Kim bilir ne zaman yenik düştüğümüzde, beklenmedik bir şekilde incitildiğimizde, belki gitmek zorunda bırakıldığımızda, belki de ne olduğunu bile anlayamadığımız terk edilişlerimizin ardına kurduğumuz korunaklarımız.
O korunakların ardında çok uzun zamanlar, içeriyi çoktan temizlemiş ve dışarıdaki tehlikeleri kendimizden uzak tutmuş olarak yaşarız.
Korunağımızın kapısını tıklatanlar olur zaman zaman.
Evde, içerde değilmişiz gibi yapar sessizce gitmelerini bekleriz.
Sonra bir gün bir tanesine açmak isteriz kapımızı,belki zamanı gelmiştir, belki diğerlerinden daha kararlı çalıyor diye.
Önce ürkekçe aralarız kapıyı.
O kapı aralığından girmek üzere olan duyguyu anlamaya çalışırız, zaman alacaktır güvenmek.
Ama denemek isteriz, bir şans vermek.
Hem kapıyı çalana, hem de duygu yokluklarında uzun zaman geçirmiş olan kendimize.
Nihayetinde kapımızı çalmak için gelmişse yüreklidir diye düşünürüz, zarar vermeyeceğine inanmak isteriz.
Zamanla o kişi daha sık çalar kapımızı, biz unuturuz sanki önceden aldığımız yaraları, daha bir rahat açarız kapıyı.
Salonumuza, mutfağımıza, yatak odamıza girmesine izin veririz o insanın.
Salonumuzda tanımaya, tanımlamaya çalışır o duyguları, mutfağımızda ısıtırız belki bir fincan kahve sıcaklığında, yatak odamızda artık içimizdedir, kabul etmişizdir, işte orada biz de hissettiklerimizi tanımlarız kapımızı çalana.
Sonra bir gün yeniden çalar o kişi kapıyı rahat ve güvenle açar hoş geldin deriz o artık tanıdık olan ruha, ama, beklenmedik bir şekilde çamurlu ayakkabılarıyla giriverir bu kez içeri.
Salonumuza, mutfağımıza ve yatak odamıza.
Şöyle bakınıp çıkıp gider kapıdan.
Kaç defa kendimizi böyle bulmuşuzdur, çıkıp gidenin ardından kapıyı kapatıp, içerdeki çamurlu ayak izlerine bakarken.
Bakanlar o an, gözyaşı göremezler yanaklarımızda.
Öğrenmişizdir önce evi havalandırmayı, yerleri süpürüp silmeyi ve gidip kapımızı çift kilitlemeyi.
Ardından aynanın karşına geçeriz, bize ne kaldığını görmek için.
Yüreğimizin tam üzerinde diğer izlerden daha yeni, daha belirgin belki daha derin yeni bir çizgi görürüz kanayan.
Üzerine bir bant yapıştırırız, bir süre sonra çıkartıp atmak üzere.
Ama o yaranın ya izi kalır ya da ara sıra kendini hissettiren sızısı.
Güçlü görünen, ağlamayan, kolay kolay tepki vermeyen insanlara biraz daha dikkatle bakın.
Hani zaman zaman şu “sanki taş kalpli” dediklerinize, korunaklarının kapılarını kolay kolay açmayan o insanlara.
Unutmayın, bazıları yanaklarından süzülen yaşları kağıt bir mendille silip atar, bazıları ise o göz yaşlarını içlerine, yüreklerine akıtırlar.
Şimdi bir daha düşünün hangisi daha çok acıtır.
Müge özgöksal