20 Ağu 2022

Küfret diyor şeytan


Küfret Diyor Şeytan


Son yağmurlar yıkayınca fark ettim ki;

İhtişamlı papağan giysilerinizin,

Rengarenk boyaları akmış bir anda.

Gözlerimizi kamaştırırken ışığınız,

Akbabalarmışsınız leşten lokma kopartan.

Anlamadı sizi yüreğimin akı,

Çocukta değildim oysa…

Masalları öldüren sizmişsiniz,

Sizmişsiniz düşlere kurşun sıkan,

Hançerlerken umutları sırtından,

Paraya el pençe divan,

Siz...

Piç sevdalar doğuran sizler,

Bir o kadar da mor ceninler bırakmışsınız geride.

Kan tükürmüşsünüz ağzınızı her açtığınızda.

Mahremi iğfal edip,

Et çiğnemişsiniz sakız niyetine hesapsızca.

Küfret diyor Şeytan,

Ana avrat küfret…

Mey getir saki, dolaşsın dilim

Dolaşsın ki;

Bahanem olsun,

Söverken içim…


Nevin Koçoğlu

ölüm.

Feryat ederek
bağırırlar sanırdım
ölümü gördüm
ölümler gördüm
sessizce
kıvrılıverdiklerini de
sadece ölüme bağırarak gidiyor insan..

4 Eyl 2012

Bir şiirdir gökyüzü...




17 Ağustos 1999 depreminin yaşandığı o acı gecede, sarsıntı sonrasında sokağa çıkan yüz binlerce insan gökyüzünün yıldızlarla dolu olduğunu gördüler.

Öyle ki, "gökyüzünde çok yıldız olunca deprem olur"  yanılgısı kaldı geride.

Oysa, o gece yıldızlar diğer yaz gecelerinden farklı değildiler, çoğalan, uyumak yerine onlara bakan gözlerdi yalnızca!..

Gökyüzünü gözleyen, Ay'ın hareketini, yıldızların dizilişini anlamaya çalışan ilk insanlar çobanlardır.

Doğa denilen, yeryüzündeki en büyük kitabı okumakta usta olan çobanlar duygularını, düşüncelerini mağara duvarlarına resim yapan insanlar gibi yıldızları birer sözcük yapıp gök yüzünün kara tahtasına yazmışlardır.
Onların yüzyıllar önce gökyüzüne çizdiği resimli romanları bizler bugün Başak, Akrep, Terazi, Aslan ya da Yengeç burcu olarak okuyoruz.

Gökyüzünü çıkarsız, hilesiz, karşılıksız bir sevgiyle seven çobanlar, günümüz astronomlarının atasıdırlar.

Çoban Ahmet de her gece gökyüzünü seyrediyor merasında.. Bu yüzden, şiir sofrasından hiç eksik olmuyor gece, yıldızlar, Ay...

Karnımın zilleriyle uyandım
toprağın uykusu ağırdı
baktım,
sofrasını açmış
bekliyordu gökyüzü
başımda yıldız salkımları
ufukta karpuz dilimi bir ay..

Ne demiş Kaliforniya üniversitesi'nde ders veren Sargun A. Tont:  " Şairler bisiklete atlayıp  kırlara, ormanlara açılırlarsa o zaman yazılacak öykülerin, şiirlerin haddi hesabı olmaz, üstelik 'rakı şişesinde balık olmak' gibi düşünceleri akıllarından çıkararak, masmavi bir göl kıyısında bembeyaz bir zambak olmayı düşünebilirler."

Çoban şair olarak da anılan Ahmet Aslan belki kendi merasında bu örneği en iyi yaşatmaya çalışanlardan birisidir.

Derler ki yıldızdır o kayanlar
bence
gökyüzü taş atıyordur
sevgilisinin penceresine..

Belki de Cezmi Ersöz çok haklı, ortalıkta dolaşan bir çok şair bozuntusundan çok daha yukarılarda çoban Ahmet.

Defterimin satırlarını raylara
ve kelimeleri
umut yüklü vagonlara benzetiyorum
vagonlar hem ağır
hem hafif
ki şiirdir ancak
bu yükü çekecek
en güçlü lokomotif..

Şiir hiç susmayan bir çığlıktır bazılarının yaşadığına dair, yaşamın bin bir rengiyle yıldızları boyayan kişidir şair..

Sevgiyle kalın...


Kaynak: Ay hırsızı

27 May 2012

O Yıllar...


Zordu hayat çok zordu o yıllar, kadının gözünde erkek avcılığı erkeğin dilinde kadın çığırtkanlığı yoktu sapsarı bir sonbahar resminde Ağustos güneşi gibiydi sevdalarımız.
Aşklar duvarlara değil yüreklere yazılırdı, ağaç gövdesinde beraber büyürdü çizilen kalplerde adımız köhne sokak kuytularında saçakların altında buluşurduk yağmurla taçlanan saçlarımız o güzel bakışların hatırına ne çok ıslandı.. 

Zordu o yıllar çok zordu, parasızlık bükerdi hep belimizi biz de bilirdik sevgiliye kırmızı bir gül uzatmayı ama, yoktu.
Sevdaya saygı duyulan yıllardı asillik herkes de vardı harama pek dokunulmaz arkadaşın sevdiğine yan gözle bakılmazdı şarkılar aslını yaşatır destansı aşklar yaşanırdı..
Film' si sevdalara özenirdik bazen ulaşılmaz doruklara tırmanmaya çalışırdık, belki acı olurdu düşüşümüz ama yaraları kendimiz sarar yüreğimize bir yama yapar ve düşerdik yeniden yollara, bazen sevdaların önünde eğilir bazen ise gururla inatla diklenirdik aşka..
Hasetlik etmezdik birbirini sevene, ekmeğine bal sürülmüş çocukların sevinciydi mutluluğa şahitliğimiz ateşten başaklar gibiydik ama bir çiçeği bile soldurmaya kıyamazdık, hep derli toplu yataklar da uyuduk ama dağınık yatakların özlemiyle büyüdük, isimler taktık gözlerin yeşiline karasına anlamlar yükledik masum buğulu bakışlara kendimizce..
Şimdi kime anlatabilirsin ki bir bakışın yüreği alev alev yakışını, el ele tutuşurken göz bebeklerimize kadar titremenin hazzını kim anlayabilir şimdi, masum bir öpücüğün mahcubiyetini taşırdık al al olmuş yanaklarımız da sevgiliden gelen mektubu saatlerce okumadan göğsünde saklamanın mutluluğunu kime anlatabilirsin şimdi, galiba zamana yenildi tüm duyguların bakirliği..
Kendi ayak seslerimiz eşlik ederdi uykusuz gece kaçışlarına, toprak saksılı sardunyaların altına koyardık kokulu mektuplarımızı kalecik karasının ateşlediği yüreğimiz ne güzel kaçamaklar yaşardı çiçek kokulu pencere diplerinde..
Köşe başlarımız vardı akşam üstleri konakladığımız, adına şiir dediğimiz tekerlemeleri okunsun diye yazmazdık hiç, kilitli defterlerin için de sakladık hepsini içimizdeki yaralardan dökülen sızıydı onlar..
Şarkılarımız vardı özgürlüğe barışa dair, yüreğimizin en masum sesiydi onlar  tınısın da gitarın kendinden geçerdi gece karanlığında duygular..
Dev aynalarını sadece lunaparkta görürdük biz, şimdi herkesin ruhunda kocaman bir dev aynası var nasıl bakıyor bu dünyaya insanlar?
Uzun gölgemize bakıp da büyük laflar etmedik biz çünkü bilirdik güneşin her tepeye gelişinde gerçeğe dönüşeceğini gölgenin..
O yıllar da kelimelerle birbirini bu kadar yaralamazdı insanlar bakışların kendince bir dili vardı, delikanlılık lafta değildi her yürekte bir aslan yatardı bir adama iki kişi saldırmaz yere düşene vurulmazdı, bedenler serilse de yere onurlar hep dimdik ayaktaydı, haksızlığa adaletsizliğe saygısızlığa baş kaldıran bir bayrak gibiydi yüreklerimiz, yoksa nasıl saklardı içinde o kocaman adamı küçücük bedenlerimiz...

Tufan Genç

6 Şub 2012

Bir ihtilal Eylülü...



Bir sonbahar kuruluğunda eylülün bakışları.
On birinde yıkılmıştı ihtişamı düzenbazın,
On ikisinde ipler salındı...
Oyun belli, aktörler aynı...
Saldılar üstümüze barut kokularını.
``Kurşun adres sormazmış``
Biliyor adresini.
Bir sizden, bir bizden dediler de
Hep bizdendi toprağa düşenler.
Mehmet`ti, Ali`ydi, Özgür`dü, Mert`ti
Yine sessizdi eylülün bakışı, sertti...

Keşke kuruyan eylül olsaydı dal düşerken
gencecik fidanlar.
Sahi hiç sordunuz mu, neyin kavgasını verdik,
niçin öldük.
Vatandı ortak paydamız oysa teferruatta boğulduk.
Ben yoktu, biz idik,
Ülkücü, devrimci...
Hiç gördünüz mü, ülküler devrimler bir bir çiğnenirken.
Yetimin hakkı domuz misali yenirken.
Vatan teferruat olmuş.
Sattılar savdılar...
Onların devranı, onlar ya çevrim içi...
Bir başka eylül olaydı bakışları bizden.
Seviler duruluğunda ...

Üşütmesin kahpeliğin kurşun sıkan elleri.
Üşütmesin eylülümü.
Yine ötelenmiş yasak duygular, yasak yaşamak
Ülküsü viran, devrimi talan...
Bir çığlık şimdi anne kucağında kalan.
Bir ihtilal eylülünde..

 Lütfi Develi'ye teşekkürlerimle...

11 Oca 2012

Anlar...



Bu şiiri yazdıktan bir yıl sonra 1986 yılında karaciğer kanserinde​n öldü..

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım…
Temizlik sorun bile olmazdı asla…
Daha çok riske girerdim…
Seyahat ederdim daha fazla…
Daha çok güneşin doğuşun izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim,
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye..
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım…
Yeniden başlayabilseydim eğer,yalnız mutlu anlarım olurdu hayatta…
Farkında mısınız bilmem,  yaşam budur zaten
Anlar sadece anlar
Sizde anı yaşayın
Hiçbir yere yanında su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben..
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım yanımda…
Eğer yeniden başlayabilseydim
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım…
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer…
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum ki…
ÖLÜYORUM

Arjantin 1985
Jorge Luis Borges

17 Ara 2011

Korunaklarımız ardında...

 
 
Korunaklarımız var 
kendimizce kurduğumuz, evlerimiz.
O evlerin kapıları, kalelerimiz.
Kim bilir ne zaman yenik düştüğümüzde, beklenmedik bir şekilde incitildiğimizde, belki gitmek zorunda bırakıldığımızda, belki de ne olduğunu bile anlayamadığımız terk edilişlerimizin ardına kurduğumuz korunaklarımız.
 
O korunakların ardında çok uzun zamanlar, içeriyi çoktan temizlemiş ve dışarıdaki tehlikeleri kendimizden uzak tutmuş olarak yaşarız.
 
Korunağımızın kapısını tıklatanlar olur zaman zaman. 
Evde, içerde değilmişiz gibi yapar sessizce gitmelerini bekleriz.
 
Sonra bir gün bir tanesine açmak isteriz kapımızı,belki zamanı  gelmiştir, belki diğerlerinden daha kararlı çalıyor diye.
 
Önce ürkekçe aralarız kapıyı.
O kapı aralığından girmek üzere olan duyguyu anlamaya çalışırız, zaman alacaktır güvenmek.
Ama denemek isteriz, bir şans vermek.
 
Hem kapıyı çalana, hem de duygu yokluklarında uzun zaman geçirmiş olan kendimize.
 
Nihayetinde kapımızı çalmak için gelmişse yüreklidir diye düşünürüz, zarar vermeyeceğine inanmak isteriz.
Zamanla o kişi daha sık çalar kapımızı, biz unuturuz sanki önceden aldığımız yaraları, daha bir rahat açarız kapıyı.
 
Salonumuza, mutfağımıza, yatak odamıza girmesine izin veririz o insanın.
Salonumuzda tanımaya, tanımlamaya çalışır o duyguları, mutfağımızda ısıtırız belki bir fincan kahve sıcaklığında, yatak odamızda artık içimizdedir, kabul etmişizdir,  işte  orada biz de hissettiklerimizi tanımlarız kapımızı çalana.
 
Sonra bir gün yeniden çalar o kişi kapıyı rahat ve güvenle açar hoş geldin deriz o artık tanıdık olan ruha, ama, beklenmedik bir şekilde çamurlu ayakkabılarıyla giriverir bu kez içeri.
Salonumuza, mutfağımıza ve yatak odamıza.
Şöyle bakınıp çıkıp gider kapıdan.
 
Kaç defa kendimizi böyle bulmuşuzdur, çıkıp gidenin ardından kapıyı kapatıp, içerdeki çamurlu ayak izlerine bakarken.
 
Bakanlar o an, gözyaşı göremezler yanaklarımızda.
 
Öğrenmişizdir önce evi havalandırmayı, yerleri süpürüp silmeyi ve gidip kapımızı çift kilitlemeyi.
 
Ardından aynanın karşına geçeriz, bize ne kaldığını görmek için.
 
Yüreğimizin tam üzerinde diğer izlerden daha yeni, daha belirgin belki daha derin yeni bir çizgi görürüz kanayan.
Üzerine bir bant yapıştırırız, bir süre sonra çıkartıp atmak üzere.
 
Ama o yaranın ya izi kalır ya da ara sıra kendini hissettiren sızısı.
 
Güçlü görünen, ağlamayan, kolay kolay tepki vermeyen insanlara biraz daha dikkatle bakın.
Hani zaman zaman şu “sanki taş kalpli” dediklerinize, korunaklarının kapılarını kolay kolay açmayan o insanlara.
 
Unutmayın, bazıları yanaklarından süzülen yaşları kağıt bir mendille silip atar, bazıları ise o göz yaşlarını içlerine, yüreklerine akıtırlar.
 
Şimdi bir daha düşünün hangisi daha çok acıtır.
 
 

Müge özgöksal


24 Kas 2011

İnsangiller...



Benim karşıma yürek lazım
Yürekli olacak Allahın kulu
Yıkılmadan, korkmadan ayakta duracak
Kaçak güreşmeyecek insanoğlu

Erkek doğmak iş değil
Önemli olanı "er " olabilmek
Yiğitçe davranabilmek zaruri
Mertliğini ortaya koyabilmektir
Şayet ortalıkta oğlan çok gerçi!

Dişi olmakta pek mühim değil
Dişli olabilmeli hatun kimliği
Has kişi kalıbına yakışmalı
Esaslı, seçkin duruş sergilemeli
Kadın kılığında dolaşanda çok yani!

Delikanlı olmakta o kadar önemli değil
Kanına neler sığdırdığındır farkın
Nerde deli, ne kadar akıllı olduğundur
Hangi doğruları beşeriyetinde taşıdığındır

Hangi safta durduğundan çok;
Hangi amaç uğrunadır savaşın
Hayatın neresine ne yakıştırdığın
Almayı bildin de, neler verebildin
Heba ettiğin vakit yığını mı?
Çizebildiğin yön nereye gitti
Aksi halde adının üstü çizilen olmakta var

İnsangiller! Yaratılanı Yaratandan ötürü sevdik
Adam dediğimizde cinsiyet ayrımı yapmadık
Adına yakışır, sözünün eri kalsın istedik
Yürekli olabilmek başka bir şey; taşımak başka esasen
Malum herkeste iyi-kötü kalp denen bir et var zaten.


Nazlı Tolun

23 Eki 2011

Kırlangıçları hep çok sevdim.



Kırlangıçları hep çok sevdim.

Ayvalık'ta bir açık hava otelindeyim, resepsiyon da açıkta.

Resepsiyonun köşesinde bir kırlangıç yuvası var; üç yavru, kafalar dışarıda,gagalar açık.
Anne ve baba gidip gelip yiyecek getiriyorlar ve ayrı zamanlarda geldikleri için birbirlerini görmüyorlar.

AİLE BAĞLARI.

Anne birinci yavruya yem veriyor, birazdan baba gelip ikinciye, anne tekrar geldiğinde üçüncüye,baba gelip birinciye,inanılır gibi değil, sırayı hiç şaşırmadılar.

ADALET.

Akşama doğru sudan çıktım, baktım yuvaya siyah bir kedi yaklaşmış.
O ufacık ana baba canhıraş bir şekilde dalıp, çıkıp kediyi uzağa kadar kovaladılar.

CESARET.

Otel sahibi şunları anlattı:
Bahar başlarında göçten döndüklerinde yuvanın bulunduğu bölümün kapalı olduğunu görünce, resepsiyon görevlisinin kaldığı odaya girip çıkıp onu uyandırmışlar.

AKIL.

Sabah su içmek için fıskiyenin üzerinde dolaşıp çığlıklar atıyorlardı, ta ki fıskiye açılana kadar.

İLETİŞİM.

Yuvalarını öyle bir yaparlar ki yıllarca dayanır.

KALİTE.

Yazları sıcak ülkelere göç ederler.

YENİLİK.

Onların yaptığı yuva, diğer kuşların saman çöplerini üst üste koyarak yaptığı dingildik yuvalara hiç benzemez. 

Benzer bir yuva yapabilen başka bir kuş yoktur.

FARKLILIK.

Hiç kırlangıçları bir yerde pineklerken hatırlıyor musunuz? Devamlı uçarlar.

ÇALIŞKANLIK.

İnanılmaz hızlıdırlar, su zerresini havada yakalarlar.

HIZ.

Binlerce mil uzaktan hep aynı yuvaya dönerler.

Ömürlerinin sonuna kadar yuvalarına bağlıdırlar.

YURT SEVGİSİ.

Ben Kırlangıçları hep çok sevdim...


alıntı.